top of page

Yunanistan, Makedonya ve Bulgaristan'dan kültürel deneyimlerim


Yunanistan-Selanik

Yol kenarlarında gördüğümüz küçük evler dikkatimi çekti. Yunanistan’da “kandilakia” olarak adlandırılan geleneksel anma şapelleriymiş bunlar. Rehberin dediğine göre genellikle bir trafik kazasının meydana geldiği yere yapılırmış. Ortodoks Hristiyanlığında yaygın bir inançmış. Aslında benzer inançlar diğer birçok dinlerde de var. Ruhun öldüğü yeri terk etmediği inancı gereği kişiye yapılan bir anıt mezar gibi de düşünebilirsiniz. İçerisine ölen kişinin fotoğrafı, isim levhası, bir ikon, mum ya da kandil konurmuş. Aileler ve yakınları, yıldönümlerinde ziyaret ederek mum yakıp içine yiyecek ve içecek bırakırmış. Hatta para bırakırlarmış. Ölen kişinin yaşı küçüldükçe anıt büyürmüş. İnternette resimlerini bulabilirsiniz. Maalesef ben yolda iyi bir resim alamadım. Ancak yol boyunca gördüğüm her kandilakia beni düşüncelere sevk etti. Orada birinin öldüğünü bilmek kötü bir duygu. Bu durumu şöförlerin hız yapmasında caydırıcı olur mu bilemiyorum.

Selanik'e varınca farklı bir ülkeye varmış gibi hissetmiyor insan. İkinci kez gittiğim Selanik biraz İzmir, biraz Çanakkale'yi andırıyor. Türkçeyle her yerde işinizi halledebilirsiniz. Yunan baklavası, Yunan kahvesi ve Kavala kurabiyesini her yerde görebilirsiniz. Yazılar yunanca olmasa Türkiye sınırlarında olduğunuzu düşünebilirsiniz. Bir de çok sayıda kilise olmasa. Selanik’te St. Demetrios Katedrali 'ni ziyaret etmek benim için çok hoş bir deneyimdi. Keşke biraz daha kalıp gözlem yapabilseydim. Pentekost arifesi ayinlerine denk geldik. Kilise tıklım tıklım doluydu. Pentekost’tan önceki Cumartesi günü, geleneksel olarak ölülerin anıldığı bir günmüş. Bu özel Cumartesi’ye “Ruhlar Cumartesi’si” deniyormuş. Ruhların huzura kavuşması için dualar edilip, ölen yakınların adları okunurmuş. Kiliseye kollyva (haşlanmış buğday, şeker, nar, badem ile yapılan anma yemeği) getirilirmiş ve kutsanırmış. Kocaman bir masa kurulmuştu ve üzerinde çok sayıda yiyecek vardı. Özellikle kabarmış ve kızarmış ekmekler dikkatimi çekti. Herkes kendinden geçercesine dua ediyordu. Ortam oldukça etkileyiciydi.



Selanik sokakları gezmek için ilginç değil. Farklı bir şey yapmak isterseniz korsan gemisi tarzında dizayn edilmiş gemilerle deniz turuna katılabilirsiniz. Deniz kenarı boyunca sıralanmış kafelerde takılabilir, alışık olduğunuz lezzetleri tadabilirsiniz.

Selanikte Atatürk evi tadilatta. Beyaz kule için zaman ayırıp gezebilirsiniz.


Makedonya-Manastır

Makedonya’da en çok etkilendiğim şehirlerden biri kesinlikle Manastır oldu. Tarihin sokak aralarında saklandığı, yürüdükçe geçmişe dokunduğun bir yer. Sokaklarında saatlerce yürüyebilirsiniz.

Şirok Sokağı'nda yürürken bir yandan Osmanlı mimarisine, bir yandan da Avrupa esintili binalara bakıyorsun. Hepsi bir arada, uyum içinde.


Sokakta yürürken gördüğüm ev bana Selanik yolu üzerindeki evleri hatırlattı. Fotoğraftaki küçük ev de bir tür yol kenarı şapeliymiş. Aziz İlyas’a adanmış. İnsanlar gelip dua ediyor, mum yakıyor. Hem minik hem anlamlı; ağacın gölgesinde sakince duruyor.


ree

Atatürk’ün okuduğu Manastır Askerî İdadisi’ni görmek beni gerçekten duygulandırdı. Birçok yerde Atatürk evini ziyaret ettim. Her bir ziyaretimde duygusal anlar yaşarım. Gittiğim hiç bir ülke yok ki Atatürk'ten bir izle karşılaşmayayım Hindistan'da dahil. İnsan hem duygulanıyor, hem gurulanıyor.



Manastır, sessizce kalbime dokundu. Belki de en çok o yüzden sevdim.


Makedonya-Ohrid

Ohrid’e girer girmez bir dinginlik sarıyor insanı. Göl kenarı ayrı güzel ama asıl etkiyi dar sokaklarda, taş evlerde ve kiliselerin sessizliğinde hissediyorsun.

Burada kültür sadece müzelerde değil, her yerde. Ahşap balkonlarda, çarşıdaki el işlerinde, yaşlı kadınların sessiz bakışlarında bile var.

Kiliselere giriyorsun, 1200 yıl öncesinden kalma freskler bakıyor sana. Şehir sanki geçmişi unutmak istemiyor. Ve bu, bana çok iyi geldi. Hele kocaman çınar ağacı, büyüleyiciydi.

Ohrid, gösterişli değil ama derin. Sessiz ama dolu.

Ohrid’de küçük ama büyüleyici bir kağıt müzesi var; aslında bir atölye ama müze gibi işliyor. Girdiğinizde sizi eski zamanlardan kalma bir atmosfer karşılıyor. Kağıtlar tamamen el yapımı—düşünün, kiraz ağacından lifler çıkarılıyor, günlerce suda bekletiliyor ve geleneksel yöntemle tek tek üretiliyor. En etkileyici kısımsa 15. yüzyıldan kalma Gutenberg baskı makinesinin birebir kopyasıyla yapılan basımlar. Oradaki usta, nasıl çalıştığını gözünüzün önünde gösteriyor. Hem öğreniyorsunuz hem izlerken büyüleniyorsunuz. Müzenin her köşesi tarih kokuyor; isterseniz o el yapımı kağıtlardan basılmış küçük hatıralar da alabiliyorsunuz. A4 boyutunda bir baskı 10 euro.

Göl kenarı çok güzel. Bir çok kafe var. Gerçekten bir tatil beldesi gibi. Hatta gölde yüzmek için plajlar var. Akşamı göl kenarında değilde Makedonya gecesi altında aslında 10 dakikalık gençlerin halk oyunundan başka hiçbir şeyin olmadığı bir geceye götürülmüş olmak bile tur fikrinden beni uzaklaştırıyor. Yani araştırın ve kendi eğlencenizi yerel kültürü öğreneceğiniz mekanlara gidin. Kültürü öğrenmek için yerel pazarlar, dini mekanlar, ara sokaklara gitmek lazım. Turlar ise genelde alışveriş yaptırcakları ve anlaştıkları mekanlara seni götürüyorlar. Buna da tur şirketlerinin kurum kültürü diyelim:))


Pazar gününün dinginliği değil hareketliliği vardı Ohrid'de. Rehber grubu inci dükkanına götürecekti. Ben bu zamanımı kilisede geçirmek istedim. İlk önüme çıkan kiliseye girdim. Çok kalabalıktı. İçeride hafif bir tütsü kokusu, fısıltı halinde dualar vardı. İnsanlar sırayla gelip arka tarafa doğru yeşil yapraklar atıyordu. İlk başta ne olduğunu anlamadım ama sonra bunun Pentekost ayini olduğunu fark ettim.

Kutsal Ruh’un gelişi anılıyor, doğa ile ruh arasında bir bağ kuruluyordu sanki. Zamanım azdı, çok kalamadım. Ama o anı, içerideki huzuru ve insanların içtenliğini unutmam mümkün değil. Ohrid dini inançlarına bağlı bir kent algısı oluşturdu ben de. Şimdi fark ediyorum ki ben en çok serbest zamanları seviyorum. O zaman gerçekten huzur içinde ve merak ettiğim yerlere gitmek bana iyi geliyor. Muhtemelen turda olmasaydım iki gün boyunca Pentakos ayinlerini gözlemlemek için kilisede zaman geçirirdim. Alışverişler hele de özellik arzetmeyen alışverişler dikkatimi çekmiyor açıkcası.



Makedonya-Üsküp

Üsküp beni en çok şaşırtan şehirlerden biri oldu. Bir yanda modern binalar ve kocaman heykeller, diğer yanda eski taş köprü, çarşı, camiler… Sanki bir şehirde birkaç dönem üst üste yaşıyor. Vardar Nehri’nin iki yakası da çok farklı ama birbirini tamamlıyor gibi. Eski çarşı kısmı bana Türkiye’yi anımsattı; bakırcılar, kahveciler, halıcılar... İnsanlar sıcak, esnafla hemen sohbete giriyorsun. Kale’ye çıktığımda şehir ayaklarımın altındaydı; güneş batarken her şey altın rengine büründü. Bir de Üsküp'te yürürken bir sürü heykel görüyorsun, kimine anlam veremiyorsun ama hepsi bir şey anlatıyor gibi. Meğer bunun nedeni 2010’dan sonra başlatılan büyük bir projeymiş, şehri daha görkemli göstermek ve Makedon kimliğini vurgulamak istemişler. Ama bazen o kadar abartılı geliyor ki, heykeller şehrin önüne geçiyor gibi. Yine de ilginç bir atmosfer yaratıyor; tarih, güç, biraz da gösteriş hep iç içe. Ben yürürken hem etkileniyorum, hem de acaba gerek var mıydı bu kadarına diye düşünüyorum.

Her yerde Tükçe anlaşabilirsiniz, hatta Türk lirasıyla alışveriş yapabilirsiniz. Makedonya mutfağı gerçekten çok tanıdık ama bir o kadar da kendine özgü. Bol sebzeli, sade ama çok lezzetli. En çok hoşuma giden şey, her şeyin taze ve doğal olmasıydı. Tavče gravče diye kuru fasulye yemeği var, fırında pişiyor ve bildiğimiz fasulyeden çok daha aromalı. Bir de şopska salatası; domates, salatalık, beyaz peynir ve bolca zeytinyağıyla hazırlanıyor basit ama serinletici. Et severler için de seçenek çok, özellikle ızgara köfte ve kebap tarzı etler çok yaygın. Tatlılarda ise baklava ve tulumba gibi Osmanlıdan kalan izler var. Kısacası, sofraları hem tanıdık hem de özgün; insan kendini evinde gibi hissediyor. Yediğim en güzel kuru fasulye burada yediğimdi.




Matka Kanyonu

Üsküp'e gittiğimde en çok etkilendiğim yerlerden biri Matka Kanyonu oldu. Şehre sadece 20 dakika uzaklıkta ama bambaşka bir dünya. Yemyeşil dağlar, turkuaz bir göl ve sessizlik… Tekneyle kanyonun içinde gezinmek, kayaların arasından geçerken suyun sesini dinlemek gerçekten büyüleyiciydi. Doğayla baş başa kalmak isteyenler için Üsküp’ün içinde saklı bir cennet gibi. Matka Kanyonu’nda yürürken yanımdan usul usul akan bir dere vardı, su öyle berraktı ki insan bakmaya doyamıyor. Adı Treska Nehriymiş. Meğer bu nehir olmasa kanyon da böyle olmazmış; barajla birlikte o bildiğimiz göl oluşmuş. Yani oradaki o büyüleyici manzaranın arkasında aslında Treska’nın sakin ama güçlü akışı var. Hem doğayı şekillendirmiş hem de insana huzur veren o sessizliği taşımış... Derede ayaklarımı serinletirken sıcacık çayımı yudumlamanın keyfi ise bambaşkaydı. Tabiki baraj gölündeki kısa tekne turumuzda çok keyifliydi. Yan koltukta oturan yol arkadaşım ise dünya talısıydı.



Bulgaristan-Sofya

Sofya beni hem şaşırtan hem de düşündüren bir şehir oldu. Bir yanda Sovyet döneminden kalma sert mimariler, diğer yanda tarihi kiliseler, hamamlar ve Osmanlı izleri… Her şey iç içe geçmiş ama bir uyum içinde duruyor. Şehir çok büyük değil ama yürürken her köşede farklı bir detayla karşılaşıyorsun. En çok da Aleksandr Nevski Katedrali etkileyiciydi; dışı ihtişamlı, içi sessiz ve dingin. Aleksandr Nevski Katedrali, Sofya’nın en görkemli ve simgesel yapılarından biri. Bulgar halkının Osmanlı’dan bağımsızlığını kazanmasında önemli rol oynayan Rus askerlerinin anısına 1882’de inşa edilmeye başlanmış ve 1912’de tamamlanmış. Bulgar Ortodoks Kilisesi’nin en önemli mabetlerinden biri olan bu katedral, aynı zamanda Bulgar-Rus tarihî ilişkilerinin ve Slav kardeşliğinin bir sembolü olarak da görülüyormuş.


Sofya’nın sokaklarında dolaşmak, tarih ve kültürün farklı katmanlarını yavaş yavaş keşfetmek gibi—aceleye gelmiyor.



Sofya’nın meşhur şose dedikleri yolun yapımında kullandıkları sarı taşları, Macaristan’dan özel olarak getirilmiş. Viyana usulü pişmiş seramikten yapılmış bu taşlar, şehri Avrupai göstermek amacıyla döşenmiş. Bugün sadece kaldırım değil, politik ve kültürel bir simge olarak da görülüyor.

Hem biraz nostaljik, hem de insanın içinde yolculuk hissini iyice uyandıran türden.

ree

Çok kısa fakat gözüme çarpan bende etki bırakan kültürel deneyimlerimi yazdım. Her üç ülkede çok tanıdık ve sizleri şaşırtmayacak kentler.

Sofya’da yürürken kendinizi bir anda uzun ve canlı bir çarşının içinde buluyorsunuz—burası Vitoşa Bulvarı. Bence bu cadde, şehrin kalbi gibi. Geniş kaldırımları, iki yanında dizilmiş kafeler, mağazalar ve butikler… Hem alışveriş yapılacak yer çok, hem de oturup kahve içip geleni geçeni izlemek için harika.



Özetle her üç ülkenin farklı kentlerinde kısa sürede edindiğim deneyimlerle şunu söyleyebilirim. Kültürel benzerlikler çok fazla. Yaşam biçimi benzer, beslenme kültürü domuz eti tüketmek dışında çok benzer, Türkçe yaygın olarak biliniyor, Türkiye ve Türklere karşı yabancılık yok. Kendinizi ülkenizde gibi hissedebilirsiniz. Samimi sevecen insanlar. Beni en çok etkileyen şeylerden biri Üsküp'teki rehberin ülkesini tanıtırken ülkemiz zor zamanlardan geçti borcumuz var demesiydi. Bu benim için çok fazla anlam taşıyordu. Çünkü borcu olan kişi ülkesinin olanaklarını sonuna kadar korur ve kollar. Yani Devletçidir.

Devletçiliğin kültürün bir parçası haline getirilmiş olması çok değerliydi.



 
 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör
San Miguel Alto’da Bir Gece

Flamenko bitti, yıldızlar “haydi manzaraya” dedi. San Miguel Alto’ya tırmandık; grup on beş dakika serbest dolaşma aldı. Ben de bir sokak ressamının önünde, çocuklara alacağım tablolara imza sırası be

 
 
 

Yorumlar


bottom of page